20 Aralık 2016 Salı

Görüş başlığıyla yayımlanan makaleler

Marine Le Pen (Fransa), Geert Wilders (Hollanda), Tom van Grieken (Belçika-Flaman bölgesi), Frauke Petry (Almanya), Nigel Farage (İngiltere), Jimmie Akesson (İsveç), Siv Jensen (Norveç), Heinz-Christian Strache (Avusturya), Beppe Grillo-Matteo Salvini (İtalya), Gabor Vona (Macaristan), Pawel Kukiz (Polonya), Andrej Danko (Slovakya), Timo Soini (Finlandiya), Pablo Iglesias (İspanya).

Her biri Avrupa’nın farklı ülkelerine ait bu isimlerin ortak bir yanı var: Aşırı sağ-popülist, AB ve yerleşik düzen karşıtılığı ve zenefobik-İslamofobik görüş, söylem ve eylemler.

Bunlardan bir kısmı halihazırda ülkelerinde birinci veya ikinci parti konumuna yükselmiş ve yapılacak ilk genel seçimde iktidarın başlıca adayı durumda. Mesela Mart 2017’de Hollanda’da yapılacak seçimlerde Geert Wilders’in “Özgürlükler Partisi”nin (PVV) 30 sandalye ile birinci olacağına kesin gözüyle bakılıyor. İtalya’da Beş Yıldız Hareketi-Partisi’nin ilk sırayı alacağı, Fransa’da aşırı sağ “Ulusal Cephe” lideri Marine Le Pen’in ikinci tura kalacağı, Avusturya’da cumhurbaşkanlığını kıl payı kaçıran aşırı sağ “Özgürlük Partisi” lideri Norbert Hofer’in ilk seçimde iktidar olacağı, Almanya’da yeni nesil aşırı sağ Frauke Petry’nin “Almanya İçin Alternatif Partisi”nin (AfD) gittikçe güçlendiği, İngiltere’de Nigel Farage’nin “Bağımsızlık Partisi’nin (UKIP)” dikkat çekici oranlara ulaştığı görülüyor. İsveç’te aşırı sağ “İsveç Demokratları (SD)'nın lideri Jimmie Akesson’un önemli oy oranına ulaştığı, Norveç’te aşırı sağ FRP lideri Siv Jensen’in de yine kayda değer oranda destek aldığı, İspanya’da aşırı sol Pablo Iglesias’ın partisi “Podemos”un parlamentonun 3. büyük partisi konumuna geldiği, Macaristan’da aşırı sağ partisi “JOBBIK”in hatırı sayılır bir oy oranına ulaştığı, Belçika Flaman bölgesinde Tom van Grieken’in “Vlaamse Belang”ının da yadsınamaz bir oy oranına sahip olduğu biliniyor. Hatta bunlara aşırı sol diye nitelenebilecek olan Yunanistan’da iktidardaki Alexis Tsipras’ın “Syriza”sını ve Macaristan’da iktidarda olan sağ eğilimli Viktor Orban’ın “Fidesz Partisi”ni de katarsak, “Avrupa’nın aşırı sağ-sol anatomisi”ni çıkarmış oluruz.

Aşırı sağ, merkezi de biçimlendiriyor
Hatta Fransa, Almanya ve Hollanda gibi ülkelerde seçim yarışının “merkez sağ” ve “aşırı sağ” partiler arasında olacağı yönündeki analizler göz önüne alınırsa, yakın zamana kadar Avrupa’da “anormal” kabul edilen aşırı sağın artık “normalleşme”ye başladığı, olağanlaştığı, periferiden merkeze doğru ilerlediği, hatta merkezi ele geçirmeye başlayıp yerleşik hal aldığı ve merkezdeki partilerin kimyalarını bozarak onları da kendi tezlerine yaklaştırıp dönüştürdükleri bile söylenebilir.

Aşırı sağ bu partilerin aynı zamanda “popülist” partiler olması, bir yandan “popülizm” ile “aşırı sağ-sol” arasındaki yakın ilişkiyi hatıra getiriken, diğer yandan da Avrupa’nın geleneksel siyaset sosyolojisinin yanı sıra “özgürlükler”, “demokrasi-demokratik hukuk devleti”, "eşitlik" gibi değerlerinin ciddi biçimde aşındığı anlamına geliyor. Bu meyanda Hollanda ve Avusturya'da iki aşırı sağ -ve dolayısıyla özgürlük karşıtı- partinin isminin de “özgürlükler partisi” olması bu açıdan bakıldığında ilginç olsa gerek. Avrupa toplum yapısı ve siyasetinde bu aşınmanın, uzun yıllar içinde inşa edilen sosyal-liberal değerlerdeki krize işaret ettiği açıktır.

Avrupa’da popülizmin önlenemez yükselişi
En son örneğini ABD seçimlerinde Trump ile gördüğümüz popülist söylemler, aslında dünyada da büyük bir yükseliş trendinde. Avrupa’daki aşırı sağ partilerin hemen tamamının popülist söylem ve eylemlere sahip olması aşırı sağ veya sola ana karakterini veren en önemli unsurlardan birinin popülizm olduğu sonucuna varılmasını gerektiriyor. Bu anlamda bütün dünyada ama özellikle de Avrupa’da popülist partilerin ve söylemlerin yükselişe geçtiğinden söz edilebilir. Popülist söylemleri ve görüşleri parti söylemlerinin merkezine yerleştirmiş partiler, oy oranlarını alabildiğine arttırıyor. Adeta politik momentumun bu partiler-hareketlerden yana döndüğü bir döneme giriyoruz.

Avrupa özelinde popülist söylemler olarak, “zenofobi-İslamofobi”, “göçmen-mülteci karşıtlığı”, “Müslümanlarla ilgili bazı sosyal problemleri kültür-İslam ile ilişkilendirme”, “çok kültürlü toplum yapısına karşı olma”, “yerlilik ve yerli olanın üstünlüğü”, “Avrupamerkezci milliyetçilik”, “ırkçılığa varan sert söylemler”, “demagoji ustalığı”, “AB karşıtlığı”, “kurulu düzene karşı çıkma” gibi, aynı zamanda aşırı sağ söylemleri sıralayabiliriz. Hatta bunlara Avrupa’nın kurucu değerleri olan özgürlüklerin ve demokratik hukuk devletinin imkanlarının özellikle yabancılara ve Müslümanlara yönelik olarak kısıtlanmasına ilişkin tutumlar ile özellikle 15 Temmuz sonrasında PKK ve FETÖ’ye alabildiğine arka çıkmayı ve “Türkiye-Erdoğanfobi”yi de ilave edebiliriz.

Ekonomik kriz ve lider eksikliği
Avrupa’daki aşırı sağ partilerin programları gözden geçirilip liderlerinin söylemleri izlendiğinde bütün bu sayılan görüşlerin ve söylemlerin sloganik ve akılda kalıcı cümleler içerisinde ifade edildiği, sürekli tekrarlandığı ve popülist politikaların tek savunucusu gibi öne çıktıkları görülür. Uzmanlık alanı popülizm olan Utrecht Üniversitesi siyaset sosyologlarından Matthijs Rooduijn’a göre bu durum, halk üzerinde etkili olmakta ve dolayısıyla bu partilerin ve liderlerinin popülaritesinin sürekli artmasına, adeta popülizmi merkeze alan partilerin yükselişine yol açmaktadır.

Tabiatıyla bu popülist ve aşırı sağ partilerin yükselişi ve merkez partilerin güç kaybetmesinde Avrupa’da hâlihazırda yaşanmakta olan karizmatik ve sorun çözen lider eksikliği ve üzeri örtülmeye çalışılan ekonomik krizin etkisinin olduğunu da not etmek gerekir. Şu kadarını söylemek gerekir ki, merkezde-iktidarda yer alan partilerin, ekonomik krizle iyice derinleşen sosyal ve ekonomik problemlere çözüm üretememesinin de popülist-aşırı sağın yükselmesinde önemli bir etken olduğu aşikâr.

Diğer taraftan bu yükselişe son zamanlarda ivme kazandıran bir başka gelişme de, yine popülist-aşırı sağ diye nitelenebilecek söylem ve görüşlere sahip Trump’ın seçilmesi. Öyle ki Avrupa’daki aşırı sağ partilerin tamamı Trump’ın başkan seçilmesinden duydukları memnuniyeti ifade eden açıklamalar yaptılar. Seçilmesinin ardından Trump’ın da Avrupa’daki bu partilerin bazılarının başkanları ile telefonda görüşmesi de not edilmeli. Le Pen’in Trump’ın seçilmesini “Fransa için iyi haber”, Wilders’in de “devrim” olarak nitelediğini ve Trump’ı ilk tebrik edenlerden olduğunu da belirtmek gerek. Bu durum, özellikle Avrupa ve ABD’de aşırı sağ ve popülist söylem ve görüşleri ile öne çıkan hareketlerin öne çıkacağı bir döneme girildiğini gösterdiği gibi, Trump döneminde Avrupa aşırı sağının yükselişinin ivme kazanacağının da işareti.

Aşırı sağ partiler ve Avrupa’nın geleceği
Avrupa’nın bazı önemli ülkelerinde son bir yıl içinde yapılan referandumlarda (İngiltere, Hollanda, İtalya) popülist aşırı sağ parti veya hareketlerin oynadığı kilit roller, Avrupa’da aşırı sağ olgusunun Avrupa’nın geleceğini domine edebilecek güce ulaştığını gösteriyor. Bu anlamda diğer ülkelere göre çok güçlü olmadığını söyleyebileceğimiz İngiltere’deki Bağımsızlık Partisi’nin (Independence Party) Brexit referandumunda oynadığı önemli rolün altı çizilmeli. Yakın zamanda yapılan AB referandumunda İtalya’daki Beppe Grillo’nun lideri olduğu 5 Yıldız Hareketi-Partisi’nin “AB’ye hayır” oylarının kazanmasındaki tayin edici etkisine hepimiz şahit olduk. İslam karşıtı politikaları ile son aylarda öne çıkan Avusturya’da aşırı sağ FPÖ’nün etkin gücünü kim inkâr edebilir. Fransa’da Ulusal Cephe lideri Le Pen’in İngiltere’nin AB’den çıkışını (Brexit) “ilk atış” olarak nitelemesini, seçimi kazanması sonrasında “ikinci atış” olarak Fransa’nın AB’den çıkışını (Frexit) isteyecek referanduma gideceğini söylemek kehanet olmaz. Hatırlanacağı üzere Wilders’ın Özgürlükler Partisi (PVV), AB rüyasını Hollanda’da bitirebilecek olan “referandum yasası”nın parlamentodan geçmesinde ve bu yasa çerçevesinde, AB’nin Ukrayna ile yaptığı anlaşmanın referandumla reddedilmesinde de kilit rol oynamıştı.

Bu anlamda 2017 yılında Avrupa’da yapılacak seçimlerde aşırı sağ partilerin 4-5 önemli AB ülkesinde iktidara gelme veya güçlü muhalefet partisi olma şansı yakaladığını görüyoruz. Mart 2017’de Hollanda’da Geert Wilders hâlihazırda en güçlü parti ve 150 sandalyenin 30’dan fazlasını alıyor. Nisan-Mayıs aylarında Fransa’da Marine Le Pen’in başında bulunduğu partinin seçimlerde ikinci tura kalması ciddi bir olasılık. Avusturya ve İtalya’da da 2017 yılında seçim yapılması ihtimali var ve şu anki tablo itibarıyla muhtemelen aşırı sağ partiler galip çıkacaklar. Mesela İtalya’da kısa süre önce yapılan referandumda "hayır" sonucu çıkmasında öncü rol oynayan ve yakın zamanda partileşen eski komedyen Beppe Grillo’nun Beş Yıldız Hareketi’nin seçimleri kazanması kuvvetle muhtemel. Avrupa’daki aşırı sağ popülist söylemlerin adeta bir “virüs” gibi yayılmasında öncü role sahip Hollanda Özgürlükler Partisi’nin lideri Wilders’ın da Mart 2017’de yapılacak Hollanda seçimlerini kazanmasına kesin gözüyle bakılıyor.

Bütün bunların, Avrupa’da siyasi atmosferin aşırı sağa doğru değişeceği ve bunun da AB’nin geleceğini derinden etkileyeceği aşikâr. AB için bu durum, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı ve alarm zillerinin güçlü olarak çalacağı anlamına geliyor. Nitekim Wilders bunu, “Avrupa’da politika artık hiçbir surette eskisi gibi olmayacak” sözleriyle dile getiriyor.

“Yeni nesil aşırı sağ”
Burada Avrupa’daki “yeni nesil aşırı sağ” olgusuna da özellikle işaret edilmeli. Zira yerleşik aşırı sağ-popülist partilerin yanı sıra, söylemleri temelde aynı olmakla beraber stratejileri, kampanya teknikleri, söylem ve eylemleri, sosyal medyayı çok iyi kullanmalarıyla adeta bir “yeni nesil aşırı sağ rüzgarı”ndan da söz edebiliriz.

Bu grupların bazıları henüz partileşmese de özellikle sosyal medya üzerinden yürüttükleri kampanyaları ile oldukça etkililer. Mesela Hollanda’da gittikçe yükselen ve AB’ye şüpheyle yaklaşan göçmen karşıtı, egemenlik-yerlilik yanlısı olup AB’nin dağılması/yıkılması için çabalayan ve aşırı sağ partilerle AB karşıtlığında buluşan bir yeni nesil aşırı sağ akım mevcut. Wilders sonrasında “Hollanda’nın yeni aşırı sağ partileri” olarak nitelenen ve AB’nin Ukrayna ile vardığı anlaşmanın oylandığı referandumunda “hayır” kampanyasının en önemli aktörleri durumundaki Thierry Baudet’in ‘Forum voor Democratie/Demokrasi Forumu)’ ve Jan Roos liderliğindeki ‘VoorNederland (VNL)/Hollanda İçin’ isimli partileri buna örnek verebiliriz. Bu partiler referandumda sosyal medya üzerinden yaptıkları kampanyalarla özellikle genç nesiller üzerinde alabildiğine etkili oldular ve yakın gelecekte de olmaya devam edecek gibi duruyorlar.

Yine Beppe Grillo’nun İtalya’daki Beş Yıldız Harketi ile Avusturya’daki Norbert Hofer’in de sosyal medya üzerinden yeni nesil aşırı sağ kampanyalar yürüttükleri görülüyor. Eyaletlere göre değişiklik gösterse de, kamuoyu yoklamalarında yüzde 10’un üzerinde oy oranlarına sahip -ki bazı eyaletlerde üçüncü ya da dördüncü parti- olduğu görülen, PEGIDA’nın da mirasını taşıyan Almanya’da yeni nesil aşırı sağ “Almanya İçin Alternatif Partisi”nin de yine AB, avro, göçmen ve Müslüman karşıtlığı üzerine inşa edilen etkili post-modern kampanyalar yürüttüğü not edilmeli. Bu partinin özellikle “İslam Almanya’ya ait değil” sloganıyla Almanya’da cami inşa edilmesine karşı olduğu, yabancı-Müslüman karşıtı ve ırkçı görüşler ortaya koyduğu biliniyor.

Siyasetin dili ve sosyolojisinin değişimi
Öte yandan bütün bunlar, Avrupa’da artık siyaset sosyolojisinin değiştiğini, bilindik siyasi kavram ve teamüllerin içinin boşaldığını, bu kavramlara yeni anlamlar yüklendiğini ortaya koyuyor. Köklü bir sol, liberal ve Hıristiyan demokrat geleneğe sahip partiler ve hareketler, eski kimliklerini kaybetmiş durumdalar. Aşırı sağ partiler ile yeni nesil aşırı sağ-popülist hareketlerin güç kazanması, bu partilerin adeta kimyalarını bozmakta, onları kendi tezlerine yaklaştırıp dönüştürmekte, bu partiler içindeki aşırı sağa eğilimli uçların güçlenmesine yol açmakta, aşırı sağa kaptırdıkları geleneksel oylarını geri almak için aşırı sağ-popülist söylemlere yöneltmektedir.

Bu durum, bir yandan Avrupa’da yakın zamanlara kadar “anormal” kabul edilen aşırı sağın artık “normalleşme”ye başladığını, olağanlaştığını, periferiden merkeze doğru ilerlediğini, hatta merkezi ele geçirmeye başlayıp yerleşik hal aldığını gösterirken, diğer yandan da merkez sağ-sol siyasetin iyice daralıp aşırı sağ uçlara savrulmaya başladığını gösteriyor.

Nitekim bugünlerde özellikle Müslüman göçmen karşıtlığı, burka-peçe yasağı, özellikle Diyanet imamlarına ve camilere yönelik tutumlar başta olmak üzere, Müslümanlara yönelik İslamofobik, milliyetçi-Avrupamerkezci söylemlerin bu merkez sağ-sol partilerce de yüksek sesle dillendirilmesi bunun işareti. Mesela Hollanda’da geçmişte Türklerin en çok oy verdiği hükümet ortağı merkez-sol İşçi Partisi’nin (PvdA) koalisyon ortağı olduğu hükümette başbakan yardımcısı olan Lodewijk Asscher’in son yıllarda Müslümanlara ve Türklere, Türk kurum ve kuruluşlarına yönelik aşırı sağı andıran söylemlerinde bu eğilimi görebiliyoruz. Yine Almanya’da Angela Merkel’in yakın zamanda gerçekleştirilen parti (CDU) kongresinde göçmen yasasına yönelik değişiklik önerisi, “burka-peçe” türü giysilerin yasaklanması teklifi AfD’ye kayan hatırı sayılır CDU oylarını toparlama amacı gütse de, aslında merkez sağdaki aşınmayı da ifade eder.

Yeni duruma ilişkin yeni analizler gerekiyor
Aslında Avrupa’da yaşanan bu durumu, İdris Küçükömer’in bir zamanlar Türkiye’deki sağ ve sol partiler için söylediği “Türkiye’de dipte sağ soldur, sol da sağ” sözünden mülhem, bugünlerde “Avrupa’da sağ ve sol, aşırı sağ ve sol olma yolundadır” diye açıklamak mümkün.

Bunun ise, Avrupa’da -hatta Trump’ın kazanmasıyla ABD’de- klasik siyaset ve sosyoloji teorileri ile açıklanamayacak, derin analizleri gerektiren yeni ama karmaşık bir siyaset dili, sosyolojisi, psikolojisi ve hatta teo-politiğe tekabül ettiği açık. Nitekim Cambridge Üniversitesi’nden AB uzmanı Chris Bickerton bu durumu “bulmaca” metaforu ile açıklıyor ve AB’nin yakın geleceğinin de karmaşık bir bulmacaya benzetiyor. Ona göre geleneksel sağ ve sol söylem ve politikalarda aşınma ve değişimler olmuş; özellikle sol söylemler liberal sağ ve aşırı sağ söylemler içerisinde anlamsızlaşmış ve adeta iyice kaybolmuş durumda.

Bütün bunların ise AB rüyasının bitişi ve Avrupa’nın geleceği adına derin bir krizin habercisi olduğu aşikâr.

[Prof. Dr. Özcan Hıdır. Rotterdam İslam Üniversitesi ve İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde öğretim üyesidir]

* “Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır



ABD'de Müslüman milletvekiline 'İslamofobik tehdit'
ABD'nin ilk başörtülü milletvekili Somali asıllı Ömer, Washington'da bir taksi sürücüsünün "İslamofobik tehdidine" maruz kaldığını söyledi.

ANKARA

ABD'nin ilk başörtülü milletvekili Somali asıllı İlhan Ömer, Washington'da bir taksi sürücüsünün "İslamofobik tehdidine" maruz kaldığını söyledi.

BBC'nin haberine göre, Minnesota'dan Temsilciler Meclisine seçilen Ömer, taksi şoförünün kendisini başörtüsünü çıkarmakla tehdit ettiğini söyledi.

Ömer, olayın, Beyaz Saray'daki siyaset eğitimine katıldıktan sonra otele giderken meydana geldiğini belirterek "Otelime giderken bir taksiye bindim ve şimdiye kadar yaşadığım en nefret dolu, küçültücü, İslamofobik, cinsiyetçi sataşmaya ve tehdide maruz kaldım." dedi.

"Kalbinde nefret barındıranların insanlığı için dua ediyorum"
Taksicinin kendisine DEAŞ militanıymış gibi hitap ettiğini ve başörtüsünü çıkarmakla tehdit ettiğini anlatan Ömer, "Taksiden alelacele inmeye çalışırken bu hadisenin nasıl sona ereceğinden emin değildim. Olayı hatırladıkça hala titriyorum. Müslümanlara karşı nefretlerini göstermekte nasıl bu kadar cüretkar olabildiklerini anlamaya çalışıyorum. Taksicinin ve kalbinde nefret barındıranların insanlığı için dua ediyorum." ifadesini kullandı.

Washington DC polisi, olayla ilgili şikayet almadıklarını belirtirken Ömer, sosyal medya hesabından sorulan bir soruya, taksici nerede kaldığını bilirken kendisini güvende hissetmediği ve Minneapolis'e döner dönmez olayı rapor edeceği yanıtını verdi.

Doğu Afrikalı kadınları, aktif siyasete katılmaları konusunda destekleyen sivil toplum kuruluşu "Women Organizing Women"da (WOW) yöneticilik yapan Somalili göçmen Ömer, "yetenekli bir idareci" olarak tanınıyor.

İşletme, siyaset bilimi ve uluslararası çalışmalar bölümlerinden diplomaları olan Ömer'in siyasi hayatının, Somali iç savaşı sırasında Kenya'daki mülteci kampında başladığı biliniyor.

Muhabir: Zehra Ulucak

İran Cumhurbaşkanı Ruhani, nükleer mesele konusunda İran'ın dini lideri Hamaney'i, sonradan "kahramanca yumuşaklık" (nermiş-i kahramâni) olarak adlandırılan pozisyon için ikna etmede başarılı oldu. Peki buna rağmen, neden aynı duruşun Suriye'yle ilgili olarak da sergilemesi için çaba sarf etmiyor diye insan meraka düşebilir. Cumhurbaşkanı Ruhani'nin nükleer anlaşma sırasında gösterdiği performans, onun, İran liderliğinin Suriye'deki katliamlarda Beşşar Esed ile işbirliği yapmasının önüne geçecek ikna potansiyeline de sahip olacağını ima ediyordu.

Ruhani'nin Suriye krizinde oynayacağı yapıcı bir rol, nükleer anlaşmadaki konumunu da güçlendirebilirdi, çünkü Ruhani'nin bu anlaşmadan elde ettiği ekonomik kazanımlar Esed'i korumak için harcanmakta. Neticede Ruhani, ekonomik alanda halkına verdiği sözleri büyük ölçüde yerine getirememiş oldu. Daha net söyleyecek olursak, nükleer anlaşmadan ve akabinde yaptırımların hafifletilmesinden en büyük faydayı devşiren taraf İran halkı değil, İran'ın Suriye'deki 'vekalet savaşları makinesi' oldu.

Anlaşmanın amaçlarından biri de, ülkeyi uzun bir zamandır içinde bulunduğu tecrit halinden kurtarmak ve İran pasaportuna değer kazandırmaktı. Ama reel duruma bakacak olursak, İran pasaportu sadece daha çok değer kaybettiğiyle kaldı. İran pasaportu geçmişte, İran liderliğinin Amerika ve İsrail karşıtı söylemleri sayesinde, en azından İslam aleminde belli bir itibara sahipti. İran hükümetinin Suriye krizindeki varlığından dolayı, İslam aleminin birçok yerinde İran karşıtı kamuoyu ciddi şekilde büyüyor.

İran'daki iktidar mücadelesi
İran'ın Suriye'ye müdahalesini tahlil ederken, birçok analist haklı olarak uluslararası ilişkiler teorilerine bağlı kalıyor. Ancak bu teorilere bağlı kalmak, İran’daki iktidar yapısının ne kadar önemli bir faktör olduğu gerçeğini gözden kaçırmalarına sebep oluyor. Aslında Cumhurbaşkanı Ruhani'nin Suriye kriziyle ilgili sergilediği kayıtsız tavrın sebebi, İran elitleri arasındaki siyasi rekabette ve iktidar mücadelesinde aranmalıdır.

Cumhurbaşkanı Ruhani, güvenlik meselelerine dair birinci elden tecrübesi olan ve Devrim Muhafızları da dahil olmak üzere İran'ın silahlı kuvvetlerinin iç dinamiklerine dair büyük bilgiye sahip az sayıdaki din adamından biri. Ruhani'nin cumhurbaşkanlığı, dini liderin hassas sağlık durumundan dolayı, İran tarihinde çok önemli bir döneme denk geldi. Bunun gerçekten çok önemli bir dönem olduğu, şayet Ruhani 2017 Mayıs'ındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerini ikinci kere kazanırsa ispat edilmiş olacak.

Hiçbir sağlık sorunu yokmuş gibi davranan 76 yaşındaki dini lider Hamaney, haberlere göre prostat kanserinden mustarip. Muhtelif halefler olarak ismi geçen bazı kişiler olsa da, hiç kimse Hamaney'in yerini kimin alabileceğini tam olarak bilemiyor.

Ruhani bir düzine Şii din adamı arasında, kendisinin bu makama geçme hakkı olduğunu düşünüyor. Zira Hamaney de Ayetullah Humeyni öldüğü sırada İran cumhurbaşkanı idi. Ancak ağırlıklı olarak reformcular ve ılımlılar tarafından tercih edilen aday olması bakımından Cumhurbaşkanı Ruhani'nin, muhafazakarlar tarafından desteklenen herhangi bir adaydan daha az şansının bulunduğu da gayet açık.

Suriye'de ölenler gece karanlığında defnediliyor
Devrim Muhafızları’nın genel olarak, yeni dini liderin tayininde önemli bir rol oynayacağı anlaşılıyor. Eğer öyleyse, Devrim Muhafızları’nın liderliği Ruhani'yi büyük ölçüde desteklemeyecektir. Bu nedenle Ruhani, Devrim Muhafızları’nın Suriye'ye müdahil olmasını ve kaynaklarını orada harcamasını mesele etmiyor. İranlılar, evlatlarının tabutlarının birbiri ardınca gelmesini izlerken Devrim Muhafızları giderek daha fazla itibar kaybına uğruyor. Sonuç olarak, iktidarı devretme zamanı geldiğinde, Devrim Muhafızları bugünkü kadar güçlü olmayacak. Ayrıca iki cephede birden savaşmak, Devrim Muhafızları’nı daha uzlaşmacı bir tavır almak zorunda bırakıyor.

Devrim Muhafızları’nın komutanları da Cumhurbaşkanı Ruhani'nin bu niyetinin farkındalar. Bu meseleyle kendi yöntemlerini kullanarak başa çıkmaya çalışıyorlar. Suriye'deki savaşta İranlı askerlere bel bağlamak yerine Lübnanlı, Afgan, Iraklı ve Pakistanlı paralı askerler kullanıyorlar. Ne hikmettir ki, 80'lerdeki İran-Irak savaşında öldürülen İranlı askerlerin kemikleri hâlâ araştırılıp bulunurken ve tabutları İran şehirlerinde düzenlenen gösterişli cenaze merasimlerinde halka sergilenirken, yakın zamanlarda Suriye'de öldürülen İranlı askerler gecenin karanlığında defnediliyor.

Daha da önemlisi, Devrim Muhafızları genel olarak dini lidere sadık olsa da, içlerinde zenginlik ve güçlerini kendisine borçlu oldukları eski cumhurbaşkanı Ali Ekber Haşimi Rafsancani'ye olumlu bakan birkaç komutan da bulunuyor. “Tüm kurumlara, ülkenin yeniden inşa edilmesinde bir fırsat tanınmalı” diyerek bu komutanları İran-Irak savaşından sonra kalkınma sektörüne sokan Rafsancani idi.

Diğer yandan, 2009'un tartışmalı seçimlerinin ardından Devrim Muhafızları arasında gruplaşmalar oldu. Bu nedenle Suriye krizi, Devrim Muhafızları’nın liderliğine, yukarıda bahsi geçen, kendilerine uymayan ve arkalarından iş çeviren unsurlardan, onlara onurlu bir çıkış yolu göstererek kurtulmak için de çok kıymetli bir fırsat sağlamış oldu. Sıradan İranlı askerlerin aksine, Devrim Muhafızları’nın komuta kademesine dahil kişilerden Suriye'de öldürülenlerin tabutları, İran sokaklarında tam bir devlet protokolü sergilenerek taşınıyor.

Cumhurbaşkanı Ruhani Suriye krizine ilgisiz kalmakla aynı zamanda, büyük bir güce sahip Şii din adamlarının dinî merkezi olan Kum'da -tabir caizse- bir 'at ticareti' hedeflemekte. Şii din adamlarının itikadına göre, İran'ın Suriye'ye müdahalesi, Hz. Muhammed'in torunu Hz. Hüseyin'in şehadetinin başlıca sorumlusu olan Yezid bin Muaviye'nin torunlarından intikam almak için ilahi bir misyon. Ruhani de böylelikle Şii din adamlarının teveccühünü kazanmak için Suriye krizinden yararlanıyor. Bu nedenle, talihsiz Suriyeliler küresel ve bölgesel güçlerinkine ek olarak, bir de İranlı elitlerin arasındaki rekabetin kurbanı oluyorlar.

Trump döneminde ABD-İran ilişkileri
Ancak, Cumhuriyetçi Parti'nin zaferinden sonra ABD yönetiminde yaşanan gelişmelere paralel olarak, Suriye'ye müdahalesi de dahil olmak üzere İran'ın dış siyasetinde değişiklik beklenebilir. Bu durum, Cumhuriyetçi Parti'yle İran rejiminin bazı önemli özellikleri paylaşıyor olmasından kaynaklanıyor: Birincisi, gizli anlaşmalar yapmada her ikisi de pek mahir ve bu alanda sağlam geçmişleri var. İkincisi, demokrasi, siyasi mahkumlar, insan hakları gibi kavramlar her ikisi için de bir şey ifade etmiyor. Üçüncü olarak, her ikisi de güç üzerinden tanımlanan ortak bir dil konuşuyor.

Gizli bir anlaşma ihtimal dahilinde
Obama yönetiminin problemi, İran'la, İran rejiminin hiçbir şekilde inanmadığı bir takım ilkeler çerçevesinde ilişki kurmayı denemiş olmasından kaynaklanıyor. İran rejimi Obama dönemini mumla arayacak ama diğer yandan Trump yönetimiyle gizli, kapaklı bir anlaşma yapma yolunu da tutabilir. İran'ı 'şer ekseni'nin bir parçası ilan eden kişinin George W. Bush olduğunu, ama buna rağmen İran'ın, Afganistan'ı işgalinde ABD'ye hava koridoru açtığını da unutmamak lazım. Benzer şekilde, İran rejimi, Ronald Reagan'ın başkanlık yemini etmesinden sadece birkaç dakika sonra, Tahran'daki ABD büyükelçiliğine yapılan baskında rehin alınan Amerikalı diplomatları serbest bırakmıştı.

Bu nedenle, Donald Trump Beyaz Saray'a taşınır taşınmaz, Suriye kriziyle ilgili yeni bir gizli İran-ABD anlaşması ihtimal dahilinde. Muhafazakarların üstünde çok durduğu, Ruhani'yi ikinci kere seçtirmeme projesi başarılı olursa, böyle bir anlaşmanın gerçekleşme ihtimali özellikle artacaktır.

Mütercim: Ömer Çolakoğlu

[Teşgom Kemal İstanbul’da yerleşik bir araştırmacıdır ve İran dış politikası ve iç siyaseti hakkında çalışmaktadır]

* “Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder